Koca bir ordum vardı benim. Herşeye sahiptim. En çok da yalnızlığa. Bu kadar insanın içinde yalnız kalabiliyordum. Sayıları arttıkça daha da yalnızlaşıyordum. Onlarla istediğim yere gidiyordum. Ama yine tek başıma. Belki yanımda benim deliliğimi çekebilecek bir kadın da olabilir. Bazen kendimi bir trende hiç bilmediğim bir yere giderken görüyordum. Bazen bir akıl hastahanesinde ilacın etkisiyle kendimden geçip ölümümün gerçekleşmesini bekliyordum. Bazen bir otel odasında kendimi asarken. Dedim ya koca bir ordum ve yüzlerce şövalyem var. Beni onlar yetiştirdi. Küçük Osman gibi tahta çok küçük yaşta çıktım. Bu yüzden akıl hocalarım, yol göstericilerim onlar olmuştu. Her konuda bir şeyler yazmışlardı illaki. Bazen düşünüyorum da Bukowski 4. Murat zamanında yaşasaydı kesinlikle Murat’ı şarap fıçısında boğardı. Oğuz Atay Çin’de yaşasaydı kafayı yerdi. Milyarlarca insanın onu anlayamaması onu erken yaşta öldürürdü. 43 yaşını göremezdi bile. Oğuzcuğum dünyanın en küçük ülkesi olan Sealan’da yaşamalıydı. 550 metrekare üzerinde yaşayan dört kişiden biri onu anlardı. Cesare Pavese başka yerde yaşasaydı belki intihar etmezdi. Allen Ginsberg müslüman bir ülkede doğmuş olsaydı gay oldugu için onu hemen öldürürlerdi. Nietzsche Türkiye’de “İnsan istemezse tanrı ölmezmiş” dediği an öldürülürdü. Jack Kerouac, Albert Camus, Tezer Özlü, Sartre, Dostoyevski, Henry Miller, Yusuf Atılgan ve daha nice güzel ordumun temel taşları olan komutanlarım var benim. Kimisi beni yaşatırken, ötekisi elleriyle gömüyordu. Bu güçlü orduyla bütün dünyanın sahibiyim ben. Hepimizin kılıcı kalemimizdir. Bunun için kimse duramazdı bu ordumun karşısında. Bir gün öleceğim bunu biliyorum. Başkaları bu orduya sahip çıkacak. Bu saltanat değil babadan oğula geçsin. Benden herkese geçebilir. Fakat ölmeden onceki tek amacım benim hayatımın içine sıçan bu ordudan intikam almak. Onları mağlup edecek bir cümle bırakmak. Ne kadar yaşayacağım bilinmez ama son isteğimi yerine getirmeden ölmek istemiyorum.