Calderón'un 9 Numaraları

0

Yıllardır “futbol” ve “Madrid” kelimelerini aynı cümle içinde duyan her futbolseverin aklına hiç şüphesiz ki Real Madrid gelirdi. İspanya’nın resmi futbol ligi olan La Liga’nın kurulduğu 1929 yılından beri 32 kez sezonu zirvede tamamlayan eflatun beyazlılar, bu konuda en yakın rakibi Barcelona’nın 10 şampiyonluk önünde bulunuyor. Bunun yanında 10 kez de Şampiyonlar Ligi (eski adıyla Şampiyon Kulüpler Kupası) şampiyonluğu bulunan Real Madrid, kazandığı onlarca kupayla birlikte FIFA tarafından da “20. yüzyılın en iyi kulübü” seçildi. Fakat tüm bunlar olurken Madrid şehrinde, biraz daha güneyde başka bir takım da farklı başarılar elde ediyordu. Her ne kadar şehrin asıl takımından, Real Madrid’den sadece 1 yıl sonra kurulmuş olsa da, kazandığı 10 şampiyonluğa rağmen sürekli arka planda kalan bu takım Atlético Madrid’den başkası değildi.

Maçlarını 55,000 kişilik Vicente Calderon stadında oynayan Atlético, bu günlerde geçmiş yılların aksine, şehrin diğer takımı Real Madrid’in gölgesinde kalmaktan kurtulmuş durumda. 2011’de kovulan Gregorio Manzano’nun yerine gelen, kulübün efsane oyuncularından Diego Simeone, geldiğinde adeta üst üste 5 pas yapamayan takımı sadece 3 sezon içerisinde Barça-Real hegemonyasından kurtarıp, Avrupa’nın en üst düzey kupasında final oynayacak bir takım haline getirdi. 2013-2014 sezonunu rüya gibi geçiren ekip, ligde şampiyonluğa uzanırken, Şampiyonlar Ligi’ni ise adeta son dakikada Sergio Ramos’un golüyle kaybediyordu.

10968018_10206201124932165_1381877973_n

Kulüp tarihinin en başarılı sezonunun sonunda kilit oyuncularından Courtois, Filipe Luís ve Diego Costa’yı, Chelsea’ye gönderen Atlético, bu sezona da kaldığı yerden devam ediyor. Ligde Real Madrid’i deplasmanda yenip, kendi sahasında ise 4-0’la bozguna uğratan ekip, bu satırlar yazılırken ligde lider Real Madrid’in 4 puan gerisinde 3. sırada olup, Şampiyonlar Lig’inde ise grubunu lider tamamlamış durumda. Peki, Atlético’nun bu önlenemez başarısının sırrı ne? Sadece 3 sezonda böyle bir sıçramayı neye borçlular?

Geldiği günden bu yana takıma adeta oyun anlamında sınıf atlatan Diego Simeone’nin bu başarıda oynadığı rol tartışılmaz olsa da, en az onun kadar pay sahibi olan diğer bir etken ise kulübün transfer başarısı. Geçtiğimiz sezon Şampiyonlar Ligi Yarı Final rövanş maçında Chelsea’yi 3-1’lik skorla turnuvanın dışına iten Atlético’nun, o maçta sahaya sürdüğü ilk 11’inin maliyeti sadece 40 milyon € iken, rakibi Chelsea’nin ilk 11’inin maliyeti ise yaklaşık 250 milyon €’dan oluşmaktaydı.  Atlético cephesinde 40 milyon €’nun 13 milyon’luk kısmını tek başına Arda Turan’ın oluşturduğunu ve o gün Atlético forması giyen 11 oyuncudan 5’inin (Courtois, Miranda, Koke, Adrián ve Cristian Rodríguez) kulübe 0 maliyetle kazandırıldığını belirtelim. 24 Mayıs günü oynanan final maçında ise bu fark çok daha inanılmaz boyutlardaydı. Arda’nın sakat olduğu ve tribünlerden izlemek zorunda kaldığı maçta Atlético, yine yaklaşık 40 milyon € maliyetle oluşturduğu ilk 11’iyle, tam 370 milyon € harcanarak bir araya getirilen Real Madrid 11’ine karşı kupayı, son dakikada köşe vuruşundan yediği golle kaybediyordu. Burada kesinlikle altı çizilmesi gereken bir transfer başarısı olsa da, Atlético Madrid’i uzun süredir takip edenler, özellikle son 10 yılda bu kulübün belirli bir mevkii üzerinde, transfer ve yetiştirme konularında uzmanlaştığını kabul edecektir; santrforlar.

10968287_10206201116451953_2059113819_n

 

 

1940’lı yıllar başta olmak üzere 20. yüzyılın ortalarında başarılı sezonlar geçiren Atlético Madrid, günümüze kadarki en parlak dönemini 1970’li yıllarda yaşadı. Sonraları İspanya milli takımını 2008’de Avrupa Şampiyonu yapıp, Fenerbahçe’nin başına geçecek olan Luis Aragonés’in de dahil olduğu takım, bu dönemde 3 kez La Liga’yı zirvede tamamlarken 1 sefer de şampiyonluğun kapısından dönerek 2. oldu. Bu parlak sezonlarda takımın gol yükü Aragonés’in üstündeydi. Futbolu bıraktığı 1974 senesinde hemen takımı Atlético’nun başına geçerek hocalık yapan Aragonés, aynı zamanda 173 golle hâlâ kulüp tarihinin en golcü futbolcusu durumunda.

1976-1977 sezonundan sonra başarısız dönemler yaşayan kulüp 1995-1996 sezonunda şeytanın bacağını kırarak ligi tekrar şampiyon tamamladı. Bu şampiyonluktan 2 sene sonra kadroya henüz kendi ülkesinde aradığını bulamamış genç bir İtalyan golcü, Christian Vieri katılıyordu. Başarılı geçen 1997-1998 sezonunun ardından taraftarın sevgilisi olan Vieri, maç başına 1 gol ortalaması tutturarak La Liga gol krallığı yarışını da Rivaldo’nun önünde tamamlıyordu. Fakat bu birliktelik uzun sürmedi ve İtalyan oyuncu sadece 1 yıl oynadığı İspanyol kulübünden sonra asıl patlama yapacağı yer olan Lazio’nun yolunu tuttu.

90’lı yılların sonunda bocalamaya devam eden Atlético Madrid’i, milenyum sezonunda ise tüm taraftarların unutmak isteyeceği bir tablo bekliyordu. Leeds United’dan kadroya katılan Jimmy Floyd Hasselbaink’in 24 gol attığı sezonda ligi 19. sırada bitiren Atlético, tarihinde ilk kez bir alt ligin yolunu tutuyordu. Hasselbaink ise İngiltere’ye, onu dünyaya tanıtacak asıl kulüp olan Chelsea’ye gidiyordu. O zamanlar dahi dünya çapında kaliteli santrfor bulmakta zorlanmayan kulübün kapısını ise bu sefer altyapıdan yetişen bir yıldız çalacaktı

10961808_10206201169093269_904795080_n

 

2. ligde geçen 2 sezondan sonra nihayet La Liga kapıları Atlético için tekrar açılmıştı. O dönemlerde ise yavaş yavaş forma şansı bulmaya başlayan genç bir santrfor dikkatleri üzerine çekiyordu. 14 yaşındayken takımı Atlético Madrid’le beraber katıldığı Nike Cup’ta kendi yaş grubunun Avrupa’da en iyi oyuncusu seçilen Fernando José Torres Sanz, daha sonra 15 yaşında kulübü Atlético Madrid’le ilk resmi kontratını imzalıyor ve takımının 1. lige döndüğü ilk sezonda, henüz 18 yaşındayken ligde 13 gol kaydediyordu. Ertesi sezonu daha da verimli geçiren Torres, ligde attığı 19 golün ödülünü kaptanlıkla aldı. Evet, henüz 19 yaşında olsa da o artık bir kaptandı ve genç yaşta aldığı bu sorumluluğun yanında büyük takımlardan gelen transfer teklifleri de genç oyuncu üzerinde baskı yaratmaya başlamıştı. Nitekim Rus iş adamı Roman Abramovich tarafından satın alındıktan sonra agresif bir transfer politikası izleyen Chelsea, Torres için de Atlético Madrid’in kapısını 28 milyon Pound’luk teklifle çalmış fakat ret cevabı almıştı. Sonraki 3 sezon boyunca ligde 44 gol daha atan Torres için teklifleri birer birer reddeden Atlético yönetimi artık pes ediyor ve 2007-2008 sezonu başlamadan önce Torres’i, Luis García + 25 milyon Pound karşılığında Liverpool’a satıyordu.

İspanyol yıldızın Merseyside ekibindeki ilk sezonu ise tüm otoriteleri şaşırtacak derecede başarılıydı. Yeni takımına hemen uyum sağlayan Torres, ilk sezonunda tüm kulvarlarda 33 gol atıyor ve gol krallığı yarışında Cristiano Ronaldo’nun hemen arkasında 2. sırayı alıyordu. Başarılı geçen 2007-2008 sezonunun ardından oynanan 2008 Avrupa Şampiyonasında da iyi bir performans ortaya koyan İspanyol golcü, finalde Almanya karşısında takımına kupayı getirecek golü atıyor ve bu rüya gibi geçen sezona en iyi şekilde noktayı koyuyordu. O artık çoğu futbolseverin gözünde gezegenin en iyi santrforlarından biriydi.

İngiliz ekibindeki 3,5 sezonun ardından 2010-2011 sezonunun devre arasında Chelsea, uzun süredir peşinde koştuğu Torres’i, İngiltere tarihinde bir oyuncuya ödenmiş en yüksek bonservis bedeli olan 50 milyon Pound karşılığında transfer etti. Ada’yı sarsan bu transfer hamlesinin diğer kahramanı Torres ise, uzun zamandır formasını giydiği Liverpool’dan ayrıldığı için üzgün olmak bir yana, yeni kulübüne kupalar kazanmak için geldiğini söylüyor ve adeta eski kulübünün başarısız geçirdiği yıllara gönderme yapıyordu. Liverpool tribünlerinin gözünde artık o bir haindi.

Yeni takımıyla ilk maçına 6 Şubat’ta Liverpool karşısında çıkan Torres, sahadan 1-0’lık yenilgiyle ayrılıyor ve sezonun geri kalanında mavi formayla çıktığı 18 maçta sadece 1 gol atabiliyordu. Chelsea forması giydiği sonraki 3 sezonda da sürekli beklentilerin altında kalan ve eski formunu yakalayamayan Torres adına artık sosyal medyada parodi hesapları açılıyor, kaçırdığı gollerden oluşan videolar internette geziyor ve İspanyol oyuncunun yaptığı neredeyse her hareket dalga konusu oluyordu. 2013 yılında göreve gelen Jose Mourinho ilk sezonunda Torres’e son bir şans daha verse de İspanyol oyuncu bu şansı da kullanamıyor ve 2014-2015 sezonu başlamadan satılık listesine konuyordu. Mavi formayla çıktığı 110 maçta sadece 20 gol atabilen, daha da kötüsü bir zamanların en iyi santrforuyken artık istenmeyen adam ilan edilen Torres, önce kiralık olarak ardından da adeta yok pahasına, 3 milyon €’ya Milan’a gidiyordu.

https://www.youtube.com/watch?v=Sd8Uxl9MXI4

İtalyan ekibinde oynadığı yarım sezonda da bekleneni veremeyen ve yalnızca 1 gol atabilen İspanyol oyuncu için yeni durak ise hiç kimsenin beklemediği bir yerdi. Altyapısından yetiştiği ve ilk parladığı kulüp olan Atlético Madrid, eski yıldızı ve kaptanına kucak açıyordu. İspanya’dan ayrıldıktan sonra bile giydiği pek çok farklı forma altında sorulan sorulara, hâlâ bir Atlético Madrid taraftarı olduğunu söyleyerek yanıt veren Torres, profesyonelliğe adım attığı bu formayla tekrar buluştuğu ilk maç olan Madrid derbisinde sessiz kalsa da, rövanş maçında Real Madrid ağlarına 2 gol göndermekte zorlanmadı. Henüz kiralık olarak Atlético Madrid forması giyse de, kuşkusuz tüm futbolseverlerin dileği onu tekrar kırmızı-beyaz çizgili forma altında sahalarda görmek.

10967003_10206201156492954_1021571583_n

 

2006-2007 sezonu başlamadan Atlético Madrid, Fernando Torres’in satılma ihtimalini göz önünde tutarak Arjantin’den farklı tipte genç bir futbolcuyu kadrosuna katıyordu. Güney Amerika’da adını sıkça duyursa da, Sergio “Kun” Agüero’nun dünya vitrinine ilk çıkışı Arjantin 20 Yaş Altı takımıyla kazandığı Dünya Kupası performansı sayesinde olmuştu. O turnuvadaki partneri Lionel Messi’yle sergilediği mükemmel uyum ve kendi liginde Independiente formasıyla gösterdiği göz alıcı performans, ona henüz 18 yaşına Atlético Madrid kapılarını açıyordu. Bonservisine ödenen 23 milyon € kulüp rekoru olsa da genç oyuncuya camianın güveni tamdı.

İlk sezonunda daha çok yedek kalan ve sonradan oyuna dahil olan Agüero, sezonu yalnızca 7 golle tamamlamış olsa da, asıl patlamayı sonraki sezon yapacaktı. Torres’in ayrılmasıyla ilk 11’e yerleşen Arjantinli yıldız, ligde 19 gol atıyor ve Atlético Madrid’in 10 yıllık aranın ardından tekrar Şampiyonlar Ligi vizesi almasında başrol oynuyordu. Önceki sezon yedek kulübesinin müdavimlerinden olan Agüero, tıpkı halefi Fernando Torres gibi henüz 19 yaşında takımın vazgeçilmez oyuncusu olmuştu.

10968279_10206201110411802_146008892_n

Takımın ligi 4. bitirip uzun yıllar aradan sonra tekrar Şampiyonlar Ligi bileti aldığı sezonda Agüero’nun partneri ise Diego Forlán’dı. Tıpkı Agüero gibi Independiente formasıyla adını duyuran Forlán, genç yaşta Manchester United’ın dikkatini çekmiş fakat İngiltere’de umduğunu bulamamıştı. Başarısız geçen Manchester macerasından sonra soluğu İspanya’da, Villarreal’de alan Uruguaylı oyuncu, sarı forma altında yeniden doğmuş ve kıtanın en golcü santrforlarından biri haline gelmişti. Villarreal formasıyla La Liga gol krallığı da yaşayan Forlán, aynı sezon verilen Altın Ayakkabı ödülünü Fransız efsane Thierry Henry ile paylaşıyor ve 50,000 nüfuslu bir şehrin takımı olan Villarreal’le 2005-2006 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde yarı finale kadar yükselerek bir peri masalının başkahramanı oluyordu. 2 sezon sonra, 2007-2008 sezonu başlamadan 21 milyon € karşılığında Atlético Madrid’e transfer olan Uruguaylı oyuncu, böylece yeni partneri Agüero ile 4 sezon sürecek birlikteliğin temellerini atıyordu.

Beraber oynadıkları ilk sezonda 35 gol atan ikili, ikinci sezonlarında ise 49 golün altına imza attı. Bu 49 golün 32’sinin altında imzası bulunan Forlán, Vieri’den sonra Atlético formasıyla gol krallığı yaşayan ilk futbolcu olurken, Atlético Madrid ise sıkıntılı geçen sezonların ardından ligi üst üste ikinci kez 4. sırada tamamlıyordu.

Başarılı geçen 2 sezonun ardından 2009-2010 sezonuyla birlikte Atlético cephesinde de yavaş yavaş düşüş belirtileri baş göstermeye başlamıştı. Her ne kadar Fulham galibiyetiyle kazanılan UEFA Kupası, kulübün uzun yıllar aradan sonra Avrupa’da kazandığı ilk kupa olsa da ligde elde edilen 9.’luk camia tarafından hoş karşılanmıyordu. Agüero – Forlán ikilisi ise sezonu 30 golle kapamıştı. Ertesi yıl ligde gelen 7.’lik ve kupasız kapatılan sezon, büyük bir kadro revizyonunu da beraberinde getirdi. Takımın kemik kadrosu başta olmak üzere birçok oyuncusuyla yollarını ayıran kulüp, bu süreçte 2 yıldız oyuncusunu da göndermekten çekinmiyordu. Gelecekte Avrupa’nın en iyilerinden olması beklenen Agüero, 45 milyon € karşılığında Manchester City’nin yolunu tutuyor ve İngiliz ekibinin 44 yıllık şampiyonluk hasretini bitiren golü atarak sezonun kahramanı oluyordu. 31 yaşında transfer olduğu Inter’de sakatlıklar sebebiyle yalnızca 18 maça çıkıp 2 gol atarak bekleneni veremeyen Forlán ise futbol yaşantısını günümüzde hâlâ Japonya’da sürdürmekte.

 

10966617_10206201167493229_684290973_n

En büyük 2 golcüsünü aynı transfer döneminde elden çıkaran Atlético için aslında bu büyük bir kumardı. Gerek transfer tercihleri gerekse yönetim bazında eleştiri yağmuruna tutulan kulüp, bu 2 oyuncunun yerine kimsenin beklemediği bir takviye yaptı. Porto formasıyla çıktığı 2 sezonda da harikalar yaratan Radamel Falcao García, Portekiz ekibinin UEFA Kupası’nı kazanmasında başrol oynadığı 2010-2011 sezonunun sonunda, kulüp rekoru olan 40 milyon € karşılığında Atlético Madrid’e katılmıştı. Lige kötü bir başlangıç yapan takım, sezon ortasında teknik direktörlüğe Diego Simeone’nin gelmesiyle ayağa kalkıyor, ligi 5. sırada tamamlıyor ve 1 yıl aradan sonra UEFA Kupası’nı tekrar müzesine götürüyordu. Sezona iyi bir giriş yapamayan Atlético’da bu beklenmedik başarının mimarı kuşkusuz Simeone olarak görülse de, saha içinde takımın lideri ve yıldızı Falcao’ydu. Arkadaşlarının da yardımıyla sahada fırtına gibi esen El Tigre (Kaplan) sezonu tüm kulvarlarda attığı 36 golle tamamlamış ve büyük kulüplerin radarına girmeyi başarmıştı.

 

 

Ertesi sezonun açılış maçı ise Falcao’nun kariyer maçlarından birine sahne olacaktı. Önceki yılın UEFA Kupası ve Şampiyonlar Ligi Kupası sahiplerini karşı karşıya getiren maçta, Atlético’nun rakibi Chelsea’ydi. Monaco II. Louis Stadı’nda oynanan maçta Atlético, rakibini adeta sahadan siliyor ve 4-1’lik skorla gelen bu galibiyetin mimarı attığı 3 golle Falcao oluyordu. Öyle ki maçın ardından NTVSpor mikrofonlarına konuşan Arda Turan, takım arkadaşı için; “Falcao gibi oyuncu görmedim, ceza sahası içinde sinek görse tutup kaleye atacak.” diyordu.

10947470_10206201128332250_1833503111_n

 

Sezonun geri kalanı da farklı değildi. Ligde 28 gol atan Kolombiyalı yıldız önderliğinde ligi 3. sırada tamamlayan Atlético, İspanya Kupası’nı da finalde Real Madrid’i yenerek müzesine götürüyordu. 2012-2013 sezonu kuşkusuz kulübün uzun yıllardır geçirdiği en iyi sezondu ve Diego “Cholo” Simeone, yavaş yavaş gelecekteki başarılarının sinyallerini vermeye başlamıştı. Ancak yaz transfer döneminde öyle bir gelişme oldu ki, tüm transfer medyası ve futbolseverler kulaklarına inanamadı. Transfer sezonu açılmadan önce adı Chelsea’yle anılan,sonraları ise Real Madrid’e transferine kesin gözüyle bakılan Falcao, Rus milyarder Rybolovlev’in satın aldığı Monaco kulübüne transfer olmuştu.

Geçmişte başarılı dönemler yaşasa da hâlihazırda sıradan bir Avrupa kulübü olan Monaco, oyuncu için kulübü Atlético Madrid’e 60 milyon € ve oyuncunun kendisine yıllık 18 milyon € ödemeyi kabul etmişti. Bu akıl almaz yıllık ücret karşılığında şaşkınlığını gizleyemeyen Avrupa medyası, oyuncuyu açgözlü olmakla suçlasa da Falcao yeni kulübünde gollerine kaldığı yerden devam ediyordu, ta ki 23 Şubat 2014 tarihine dek. Fransa Kupası ilk tur maçında amatör küme takımı  Monts d’Or Azergues ile oynanan maçta Falcao, Türk asıllı stoper Soner Ertek’in darbesiyle yerde kaldı. Sedyeyle gözyaşları içinde sahayı terk eden Kolombiyalı golcünün yapılan ilk incelemelerde sol diz yan bağlarının koptuğu ve sahalardan en az 6 ay uzak kalacağı açıklandı. Sezonu kapatan Falcao için bu, aynı zamanda Dünya Kupası’nı da kaçıracağı anlamına geliyordu. Nitekim tüm müdahalelere ve sağlık ekiplerince yapılan çalışmalara rağmen Falcao Dünya Kupası’nda forma giyemiyordu. Futbol tanrıları, yeteneklerine ihanet edip parayı seçen oyuncuyu böyle cezalandırmıştı.

10966776_10206201151252823_165710519_n

Falcao’nun Monaco’ya satışından elde edilen 60 milyon € karşılığında yeni sezonda en az 1 tane yıldız golcü transferi yapması beklenen Atlético cephesi ise, santrfor ihtiyacını yalnızca Barcelona’nın satılık listesine koyduğu David Villa’yı 2 milyon € karşılığında transfer ederek gideriyordu. Fakat sezonun ilk maçlarında görüldü ki, Villa daha çok yedek kulübesi için düşünülmüştü. Kulüp, Kolombiyalı yıldızdan boşalan koltuğu kendi içinden bir oyuncuya, Diego Costa’ya emanet etmişti. Atlético Madrid’e 2007 yılında Braga’dan 1,5 milyon €’ya transfer olan Costa, 6 yıl boyunca kiralık olarak La Liga’nın orta sıra ekiplerinde ve 2. ligde mücadele etse de, zaman zaman pes etme noktasına geldiği bu mücadelesini nihayet artık kazanıyordu. Hatta bu anlardan birinde, artık Atlético Madrid takımında düzenli olarak forma giyme ihtimalinin olmadığını düşünen Costa, 2011 yılında Beşiktaş’ın kapısından döndüğünü itiraf ediyordu; “Avrupa Ligi’nde oynayacağımız bir maç öncesindeki idmanın ardından menajerim aradı ve Türkiye‘ye gidebilmem için gereken tüm detayların tamamlandığını söyledi. Tam bu konu üzerinde konuşurken, aynı dönemde dizimden sakatlandım ve transfer bu sebeple gerçekleşmedi.” diyen Costa için beklediği an nihayet gelmişti.

 

 

Sezona fırtına gibi giren Diego Costa önderliğindeki Atlético Madrid, kendi sahasında oynadığı maçların tamamını kazanıyor ve 28 Eylül günü Real Madrid’i Santiago Bernabéu’da Costa’nın golüyle mağlup ederek dikkatleri iyice üzerine çekiyordu. En büyük rakibi karşısında uzun yıllar aradan sonra gelen bu deplasman galibiyeti, tüm camiada sezonun geri kalanı adına bir umut oluşturmuştu. Nitekim Atlético Madrid, Diego Costa’nın durdurulamaz performansı ve David Villa ile Arda Turan’ın desteklediği hücum hattıyla sezonun son aylarına girilirken, ligde şampiyonluğun favorisi ve Şampiyonlar Ligi’nin finalisti konumunda bulunuyordu. Fakat sezonun son maçlarına doğru yaşanan beklenmedik puan kayıpları ve özellikle Costa’nın yaşadığı form düşüklüğü lig yarışında Atlético Madrid’in şansını zora sokmuştu. Şampiyonun belirleneceği gün, 17 Mayıs günü Camp Nou’da Barcelona’yla karşılaşan Atlético Madrid, sahadan galibiyet veya beraberlikle ayrılması gereken maçta en önemli 2 oyuncusunu, Costa ve Arda’yı henüz maçın 25 dakikası geride kalmamışken sakatlık sebebiyle değiştirmek zorunda kalıyordu. Ardıdan gelen Alexis Sánchez’in golüyle umutları azalan Atlético cephesi, Diego Godín’in 2. yarının hemen başında attığı golle beraberliği sağlıyor ve maçın sonuna kadar bu skoru koruyarak uzun yıllar aradan sonra tekrar şampiyon oluyordu.

10979481_10206201133052368_936483941_n

 

Yıllar boyunca İspanya’da Real Madrid ve Barcelona hegemonyasını yıkacak bir takımın çıkacağını düşünmeyen herkes için bu başarı inanılmaz boyutlarda olsa da, Simeone ve teknik ekip için asıl önemli mesele 1 hafta sonra oynanacak Şampiyonlar Ligi finalinde forma giymesi belirsiz olan Diego Costa’nın durumuydu. Yaşadığı baldır sakatlığını tedavi etmek için alternatif tıp ve at plasentası de dahil olmak üzere birçok yöntem kullanılan Costa, maçın henüz 9. dakikasında yerini Adrián ‘a bırakıyordu. Barcelona karşılaşmasının adeta küçük bir kopyası olan maçta, bir kez daha en önemli 2 yıldızından yoksun olan Atlético Madrid, Godín’in köşe vuruşundan attığı golle üstünlüğü sağlıyor ve 90 dakika bu skorla geçiliyordu. Fakat maçın sonlarına doğru baskısını arttıran Real Madrid, 90+3. dakika oynanırken kullanılan köşe vuruşunda Sergio Ramos’la golü buluyor ve maçı uzatmalarda 4-1’le kazanıyordu.

Birçoklarına göre Diego Costa o gün sahada kalabilse Atlético Madrid, bu rüya gibi geçen sezonu olabilecek en iyi şekilde, bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuyla noktalayabilecekti. Fakat yine de bu mağlubiyet, bu mükemmel sezona gölge düşürmüyor aksine Simeone tarafından gelecek sezon için bir motivasyon kaynağı olarak gösteriliyordu.

Sezon sonunda ise Atlético yönetimi bir kez daha en önemli yıldızını satmaktan çekinmiyor ve Chelsea’nin Diego Costa için yaptığı 38 milyon €’luk teklifi kabul ediyordu. Mavi formayla sezona fırtına gibi giren golcü oyuncu, şuan için yeni takımıyla çıktığı 19 maçta 17 gol atmış durumda. Kendisi gibi bir zamanların en iyi golcüsü olarak gösterilen Fernando Torres’in rakamları düşünüldüğünde Mourinho’nun onun için sarf ettiği; “Diego Costa’yı çok ucuza aldık.” sözleri ise daha da anlam kazanıyor.

10965432_10206201140012542_1292351981_n

 

Malumat: Can Başkan

 

 

CEVAP VER

Lütfen yorum yapın
Lütfen isminizi buraya yazınız