1963 yılı film, usta yönetmen Ingmar Bergman imzası taşıyor. Yitik bir kasabada, yitik bir zamanda, yitik bir tanrının peşinden koşan bir avuç insanın filmi. Filmdeki herkesin ruhen ya da bedenen sakat olduğu, bittiğinde sizi de sakat bırakmayı amaçlayan bir film.

Basit haliyle ise film; karısına duyduğu aşkı tanrılaştıran, inancıyla aşkını özdeşleştiren bir rahibin, karısının ölümüyle sarsılan inancını konu alır. Böyle bir konuyu görünce akıllara Mevlana’nın şu sözünün gelmesi olasıdır; ”A be ahmak neden ölümlüye aşık oluyorsun da hiç ölmeyecek olana değil?” 

Film koca bir hristiyanlık alegorisinden ibaret zaten Bergman’ın tüm ikinci dönem filmlerinde bunu görebiliriz, birinci dönem filmlerinde görülen melankoli, hüzün ve huzursuzluk, ikinci dönem filmlerinde yerini varoluşunu karaya oturtup dinginleştirmeye bırakır. Böylece karakterlerde idealist birer arayıcıya dönüşür, artık yaşanılanı değil, ardındaki nedenlerini arar. Mesela Bergman’ın ikinci dönem sineması Yedinci Mühür filmiyle başlar ve bu filmde de ölüme kafa tutan, tanrıyı aramaktan vazgeçmeyen şövalye Antonius’u görürüz. Bu sefer ikinci dönemin ikinci filmi olan Kış Işığı’nda ise şövalye Antonius karşımıza Jonas (Yunus) Persson rolüyle çıkar. Jonas Persson ise Yedinci Mühür’deki şövalyenin tersine bu filmde tanrıyı aramaktan yorulmuş, inancını kaybetmiş bir kişidir. Hatta son bir umutla eşiyle birlikte pederi görmeye gelir ama pederin yüzüne daha bakamaz. Zira pederin yüzüne baktığında da pederin bile inançızlığını görür ve tamamıyla umudunu yitirir. Eşi tüm bunların sebebinin gazetede okudukları bir makaleden olduğunu söyler. Makalede çinlilerin nefretle büyütüldüğü, yakında atom bombası yapacaklarını, kaybedecek bir şeyleri olmadığını söylüyorlar der karısı. Ama aslında Jonas’ın üstündeki ağırlık oldukça farklı bir yolda seyretmektedir. Jonas, tanrının sessizliğini anlamamaktadır. Bu sessizlik onu ‘algılayamıyorsan yoksun’ düşüncesine itmiş ve inancını kaybetmiştir. Pederin Jonas gözlerine baktığında gözlerini kaçırması da bunu fark ettiğinin ve müdahale edemeyeceğinin de göstergesidir. Zaten Jonas ”Neden yaşamaya devam etmeliyiz?”sorusuna da cevap veremez. Zira cevapsız sorularla ve sessizlikle taşan Jonas’ın yani Yunus’un sonu intihar olur. Böylece Bergman bizlere bu yüzyıl Hz. Yunus’unun balığın karnı delip kurtulmayı değil aksine balığın karnında kalmayı tercih edeceğini göstermiş olur.

 

 

Yine hatırlatmalıyım ki Yedinci Mühür’deki tanrıyı arayan şövalyenin, Kış Işığı’nda intihar eden bir karakteri canlandırması tanrıdan umudunu kaybetmiş şövalyenin bir yansıması olabilir mi? Yine Yedinci Mühür’deki akılcı ve ateist bir refakatçiyi canlandıran ama Kış Işığı’nda  bir rahibi oynaması bizlere ironik bir ayna mı tutmaktadır?

 

Jonas ile ikinci görüşmede ortaya çıkan diğer bir olgu, görüşmenin Jonas’ın bulunduğu ruh halini değiştirmek yerine, peder Tomas’ın adeta kendini anlatarak sahneyi bir papazın günah çıkarma ayinine dönüştürmesidir. Tomas’ın bu açıdan ne kadar bencil olduğunu görmek mümkündür. Konuşmanın sonunda Tomas herşeyin daha belirgin hale geldiğini ve aslında tanrısız bir dünyanın daha anlaşılabilir olacağını söyler. Hatta ”Tanrı yoksa bu bir fark yaratır mı?” bile der. Sahnenin devamında ”Tanrım beni neden terk ettin?”sorusu odaya gözleri kör eden bir ışığın dolmasıyla cevaplanır ama rahip arkasını dönmüş olduğu için buna tanık olmaz zaten artık tanık olmak istemez de, o an rahibin huzur ve özgürlüğe kavuştuğu andır çünkü. Yine aynı ışığa Jonas karakterinin arkasının hep dönük olması da enfes bir imgelemdir. Jonas ışıktan haberdar bile değildir. İşte sanırım Bergman filmlerinin en sevdiğim tarafı da bu, gördüğümüz şeylerin hepsi ana karakterin algısından başka bir şey değil, yani tamamen ana karaktere bürünebiliyoruz.

Filmde değinmek istediğim diğer bir noktada Marta karakteridir. Marta karakteri filmde aşkı temsil eder, hatta filmin sonunda ”Tanrı sevgidir, sevgi tanrının olduğunun kanıtıdır” repliği ile olaya hiç bakılmayan yerden noktayı koyan karakterdir. Bir sahne de  Marta’nın aşkını istemeyen peder, Marta’ya ”Bana sevgiyi öğretebilir misin?” dediğinde Marta umutsuzca ”Sihirli güçlerim yok.” demekle yetinir. Bu sahne pederin karısını kaybedip, tek varlığı sevgisini de yitirince neden tanrısız kaldığının en güzel halini ortaya koyar.

Peder Marta’nın aşkını istemez, ondan tiksinmektedir. Bunun nedenini de Marta’nın 6 dakikalık süren portre çekim, mektup okuma sahnesinde yüzümüze vurur Bergman. Bu tiksinişin nedeni Marta’nın ellerinde çıkan yaralar sonraları tüm vücuduna yayılmıştır, ancak Toma buna karşı kayıtsız kalmış hatta iğrenmiştir. Zira Marta’nın elindeki yaralar avuç ortasında tıpkı Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği zaman çakılan çivilerin izleri gibi. Tomas’ın iğrendiği, yaralar veya çirkinlikleri değildir, kendine anımsattığı imgelemlerdir. Böylece peder Tomas hem sevginin temsili Marta’ya İsa’nın müritleri gibi sırtını dönmüş, Marta’yı yalnız bırakmıştır.

 

Marta’nın mektep okuma sahnesi kadar beni etkileyen bir sahne daha vardır o da kambur bir zangoç un bize tüm gerçeği fark ettirdiği tiyatral konuşmasıdır. Zangoç bu konuşmasında yıllarca fiziksel bir acı çektiğini, Hz. İsa ile kıyaslandığında daha çok ve daha uzunca bir işkence çektiğini ama İsa kadar yalnız kalmadığını, asıl acının bu olduğunu söyler. Öğrencileri tarafından terk edilmesi, anlattıklarının anlaşılmamış olması ve en kötüsü de Tanrı tarafından terk edilmesi der. Verdiği vaazların yalan olduğundan şüphe duyması şüphe içinde ölmek… ”Tanrım beni neden terk ettin?” sorusuna cevap alamamak… En büyük acı bu. Tanrının suskunluğu…

CEVAP VER

Lütfen yorum yapın
Lütfen isminizi buraya yazınız