Ana Rahminden Gökyüzüne

0

Beyaz,sabretmeye değecek kadar, aradığım her neyse onu içinde sakladığına inandığım beyaz. İlkokuldaki o ilk küçükboy resim defterimin ilk sayfası kırık dökük sıranın üstünde,ellerimde rengarenk umutlu boyalar, titrek,heyecanlı kirletmeye korkan ellerim ne çizeceğini biliyor; mutluluk! Nasıl çizeceği bilemediği.
İnsanın en çabuk geçen yaşlarında, 7 yaşındayım.Nerde karşılaşsak sonsuzluğuna inandırabileceğim bir gülümsemeyle karşılarım sizi, adımı boşverelim gözbebeklerimden tanıyın beni.Dilsizim.Dilsiz değil de lal daha çok hoşuma gidiyor işin gerçeği, hem -siz ekinin eksilticiliğinden kurtarıyor hem daha kibar gelmiyor mu?
Defter hala önümde açık,öğretmenim ısrarlı bakışlarıyla hissettiğim şeyi hissettirmemi istiyor,mutluluğu çizmemi.Çocuğum her çocuk kadar masum,güzel ve mutluyum.Hatta ben iki kişilik mutluyum,annesi yerine de yaşayan bir çocuğum,annem yaşasa mutlu olsun isterdim.Varolmam için yok olanın mutluluğu , ben onda rahminde mutluydum.Anne dendiğinde, yerçekimine aykırı o duruşumla gördüğüm beyazlık belirliyor,belirmek değil de her yer beyaz oluveriyor,annemi görmek umudu ve kör oldum korkusu iki büyük duygunun çarpışma anı gibi bu.Ama umut etmek baskın gelir ki bana hep mutluluk kalır,sanki annem dudaklarıma bir gülümseme asıp gidivermiştir. Annemin bir fotoğrafı olsaydı onu çizerdim şimdi hiç tereddüt etmeden.
Görebildiğim mutlulukları çizerim.Çocukluktan bahseden bir resim de olabilir pekala.Çocuklar mutludur, çocuklara en çok mutluluk yakışır ya.Kendime bakıyorum mutluluğu içinde tutan beni çizsem,ellerim kirli hep çamurların marifeti,almadım ki kimsenin elinden pamuk şekerini.Yüzümde bir sevinç bayram sabahlarından kalma.Kulaklarımda şarkılar ritim tutmaya hazırım en ciddi zamanlarda bile ve yaşıyorum her an dans ediverecek gibi.kaygısızım ama çocukça kaygılarım var aslında.Kararsız olduğumu da söylüyorlar,yanılıyorlar,sadece bütün oyunları diğerlerinden vazgeçemeyecek kadar çok seviyorum.Oyun oynayan çocuklar çizsem anlatırlar mutluluğu,ne cizsem,saklambaç mı? körebe, arabalar, seksek,taso, evcilik, sobe? Hangini çizsem üzülürdü diğerleri ,yine çıkamadım içinden her çözemediğim düğümü götürdüğüm dedeme gitme zamanı gelmişti.
Beni şaşırtan,mutlu eden çözümleri vardı dedemin,mesela soğuk bir geceye çözümü : üşürsen dedi yorganı çekme,bende çekmeyeyim,sarılalım.Hem yorgan yeter hem vücut ısılarımızı paylaşırız.Cüzzamdı dedem tek çözümsüzlüğü kendiydi.”Hastalığın tek taşıyıcısı insandır başka yollarla bulaşması mümkün değildir. Cüzzam hastası olan ve bu mikrobu taşıyan bir hasta ile en ufak bir yakın temas hastalığın bulaşmasına neden olur bu yüzden cüzzam hastaları sağlıklı insanlarla birarada yaşayamaz.”yazıyordu tıp kitapları ama şiddetli bir yanılgı içindeydi bence. Sarılınca bulaşan hastalık mı olurmuş,sarılınca bulaşan tek şey sevgiydi.Dedeme hiç sarılmadılar ki,nerden bilsinler.İnsanlar korkuyor sarılmaktan sevmekten mutlu olmaktan. umut etmek inanmak yerine korkup kendi dünyalarına çekiliyorlar sonra mutsuzluktan yakınıyorlar.Bense sevecek şeyler aradım kendime,’anne’ der gibi sarılıyormuşum çınar ağacına az değilki onun da kucağında uymuşluğum.Ağaclaşmış elleriyle dedemi bir çınar ağacına benzetip ikisine de sarılmış olarak çizsem kendimi, mutluluğu anlar mıydınız?Korkulardan arınıp nasıl görünürse görünsün ,sarılınca bulaşan tek şeyin sevgi olduğunu hatırlatırdım resmimle.
Saf mutluluğu soluduğum anları düşünüyorum,hangisinde daha çok mutlu olduğumu değil çünkü mutluluğun saf hali tektir,hangisini çizsem en iyi aktarabileceğimi,ne güçmüş kendini hissettiklerini anlatmak,dilsizliğime şükredeceğim nerdeyse.Şükretmeyi de her şey gibi dedem öğretti.
–Dede gökyüzüne baksana rengarenk uçurtmalar? Konuşamıyorum ama anlaşabiliyoruz adı sessizlik olan aynı dili konusuyoruz.
–Ben uçurtma yapmayı bilmem ki dedi.Çok az şey vardı bilmediği bunun utancını yok etmek için boşver der gibi salladım elimi.
–Ama sana uçmayı öğretebilirim.
Anların toplamıydı hayat ve hayatı algılayış biçimimizi değiştiren bizim farkında olduğumuz ya da olmadığımız küçücük bir anda saklıydı.Başımız yeşilde renkli uçurtmalarla süslenmiş gökyüzüne bakarken uçma fikrinin zihnime yerleştiği an,heyecanladım.Renkli bir uçurtmam olmayacaktı ama bir uçurtma gibi olacaktım gökyüzünün maviliğinde..Ne çizeceğim yavaş yavaş kafamda belirmeye başlamıştı.
Uçmama ihtimalini hiç düşünmedim.Dedemin yanında olumsuzluk eki -ma -me kullanmak doğal yasaktı.
–Gerçekten uçmayı istiyor musun? Kara erik gibi büyümüş gözlerimle baktım ona konuşmayı bilsem de bir şey demezdim.
–…
Acelesiz ve sakin ol dedi ve hep inan.Yapabileceğim başka bir şey de yoktu ki.Ovalar muhafazakar,denizler özgürlükçü ve dağlar anaşisttir,bu kadardı coğrafya bilgim ve hem hepsinden biraz,hem hiç biri olamayışından değil miydi dede hep gidişin. Maddi coğrafyalar tükendiğinde de gidilecek tek bi yer kalacaktı kendimiz, her yere götürdüğümüz kendimize gidecektik en sonunda değil mi dede? her şey özüne döner.Kendi coğrafyamı keşfetmeye başladığımda düz beton bi yoldan,alanında başarılı ama az kültür görmüş, diyet listeleriyle can sıkan biri bulmak acıtırdı beni bana uçmayı öğret dede! Evet, termik basınç alanları,hava hareketleri,yercekimi bilmiyorum hiçbirini ama inanıyorum gökyüzüne dokunabilirim.
–Bilmemek inanmayı kolaylaştırır,zaten bilsen de istediklerine inanırsın.Hayaller umutla büyür unutma,esaret altında da olsa en büyük özgürlüğün hayal kurmak,özgürlüğüne inançla yürü küçüğüm.
Sözlerinde anlamadığım kelimeler vardı kuramadığım bağlar ama kendimi özgür,güçlü ve mutlu hissediyordum.Belki de sadece onu çizmeliydim.Heybesinde gittiği her yere peynirin ekmeğin yanında usanmadan umudu da taşıyan adamı,yolu ve köpeğini çizmeliydim.A4 boyutundaki hayattan,altın başakların arasından, dar patikalardan giderken, ‘güneşi görmediğimiz bir yerlerde güneşin doğmadığı anlamına gelmez,ne duruyorsun güneşe gidelim’demesini.Kesin kararımı vermiştim ki resim bilgimin de bunlara yetersizliği aklıma geldi.
Ellerim ancak dedemin bir parmağını kavramış,zamansızlığa yürüyorduk sevmekle iligili konuşacaktı. Belki iyilikle arasında paralel ilişkiden sözedecekti.Sevdiğim şeyleri yapmam gerektiğini bunların beni belki zengin, kariyerli yapmayacağını ama duru bir mutluluğun yolunun sevmekten geçeceğini anlatacaktı,bunlardan sözetmedi,öğretti.Hayal iklimimin toprağıydı sevgi,bir rakı masasının bir numaralı mezesi,bir duanın hammaddesi.Senle konuştuğumuz dilin adı sessizlik değil sevgi diye düzeltti beni. Aynı dille köpekle de konuşabilirsin çiçekle,çınar ağacıyla doğal ve samimi olan herşeyle herkesle..Konuşarak çıktığımız dağın eteklerinde çalışmaya başlamıştık dedem bir hafta sonra bir hastahane odasında uçtu.Sanırım bu kez biraz fazla yükselmiş olmalı ki onu bir daha görmedim .Öldü gibi olumsuz kelimelerle ifade etsem durumu azarlanırdım ancak uçmuş olabilirdi.Biraz daha bekleyemedin ihtiyar beraber uçacaktık diye söylendim avuçlarımı açtım senden duyduğum tek duayı mırıldandım.
Onun tek mirası içi umut dolu o heybesi,tek mirasçısı bendim.Ne zaman ki o heybeyi attım sırtıma kanatlarımı taktım uçuyorum mutluluğa.Cılızdı vücudum fakat cesurdur ruhum.Yükseklik korkum yok ama yine de aşağıya bakma taraftarı değilim.Korkuyu değil umut etmeyi seçiyorum,yükselmek için yükseklere bakmam gerek.Bu yüzden aşağıya değil yukarıya bakıyorum gökyüzüne ve beyaza takılıyor gözlerim.Beyazlığında tanıdık bi şeyler buluyorum varlığımın temelinden birşey kadar tanıdık ve yokluğumu da tanımlayacak beyaz..O an kadar mutluluyum, doğmadan hemen öncesi, anne dediğinde kafamda beliren,ana rahmindeyken gördüğüm duyumladığım beyaz bu, gökyüzünde dokunduğum.
Yerçekiminin varlığı kesinlikten tartışılabilirliğe taşınıyordu da nakliye işi bana düşmüştü sanki.Yeniden ana rahminde gibi ağırlaşmış hareketlerle, sessizliğin şarkısında beyaz bir dansa kaptırmışım kendimi doğmayı mı ölmeyi mi bekliyorum,bilmiyorum.Sadece mutluyum.Uçuyorum.Bütün radyo frekanslarını,uydu alıcılarını herşeyi duyabiliyordum.Hiçlik nedir dede demiştim varlık ile yokluk arasındaki farkın en aza inmiş halidir demiştin.Sanırım burasıydı hiçlik,varlık ile yokluğun dengelenme anı bütün sesleri duymam ama hiçbirini algıyamam.Var ama yok. Algıladığım tek şey, bu duru su gibi mutluluğun rengi beyazdı.7 yaşında bir kız çocuğunun gülüşünü andırıyordu.Evet uçuyordum.
8 yaşındayım.Ben mutluluğu nasıl çizerim diye düşünürken tam bir yıl geçmiş. Bu kez büyük boy resim defteri duruyor önümde. Dünyada, aşağılarda, iyiliğin varlığına ait tek kanıtmış gibi özenle açıyorum ilk sayfasını,artık biliyorum mutluluğu nasıl çizeceğimi.Sol elimdeki yara izine takılıyor gözlerim ister istemez.Olsun diyorum yürümeyi öğrenirken de kanardı dizlerim, uçmayı öğrenirken de olacak o kadar.
Mutluluğu bu kez nasıl çizeceğimi çok iyi biliyorum.Bütün dikkatimle beyaza boyuyorum sayfayı,hayır bu boş bırakmakla aynı şey değil! Heyecanlı fakat kendinden emindi ellerim,yaşanmışlık taşıyan gökyüzüne açılan,insanlara sarılıp sevgi bulaşan küçük ellerimle beyaza boyuyordum.Sessizliğim gibi beyaz,kocaman bir çığlık gibi..Annem gibi..Dedemin uçtuğu o hastahane odası gibi..Sarılmak gibi,oyunlar gibi,masallar, çocukluk ve masumluk gibi..bayram sabahları gibi..pamuk şekerleri gibi..Rengarenk uçutmaların uçuşu gibi,gökyüzüne dokunduğumda hissettiğim gibi,şükretmek gibi hep umutlu olmak, bütün güzel duyumlar ve duygular gibi beyaz..
Adımı söylemeyi unuttum.Umut’tu adım.Hepinizin içindeyim biraz,yaşatın beni mutluluk getireceğim size beyaz.

*bana doğanın dilinde konuşmayı öğreten Ali dedeme,sevgi ve rahmetle..

CEVAP VER

Lütfen yorum yapın
Lütfen isminizi buraya yazınız